------------------------------------------------------------------------


  Eğer tanrı yoksa, neden iyi olalım?

Gerçekten iyi olmaya çalışmaktaki tek sebebin Tanrı’nın onayını ve ödülü
almak ya da kınaması ve cezalandırmasından sakınmak mıdır?

Bunun ahlaklı olmakla hiçbir ilgisi yoktur, bu yalnızca yağcılık
etmektir, dalkavukluktur.

Her hareketini hatta derin düşüncelerini gözleyen gökyüzündeki kontrol
kamerası ya da kafanın içindeki çelik küçük ileti cihazını gizliden
gizliye kollamaktır.

Soru bu şekilde yöneltildiğinde elbette alçaltıcı bir izlenim bırakır.

Dindar bir insan bu soruyu bana bu şekilde sorduğunda (ki çoğu dindar
bunu yapar) hemen şeytana uyar (!) ve şöyle meydan okurum: *‘Gerçekten
iyi olmaya çalışmaktaki tek sebebin Tanrı’*nın onayını ve ödülü almak ya
da kınaması ve cezalandırmasından sakınmak mıdır?

Bunun ahlaklı olmakla hiçbir ilgisi yoktur, bu yalnızca yağcılık
etmektir, dalkavukluktur.

Her hareketini hatta derin düşüncelerini gözleyen gökyüzündeki kontrol
kamerası ya da kafanın içindeki çelik küçük ileti cihazını gizliden
gizliye kollamaktır.

’ *Einstein’ın dediği gibi, ‘*Eğer insanlar sadece cezalandırılmaktan
korktukları ya da ödüllendirileceğini umut ettikleri için iyi
kalplilerse, o halde gerçekten çok acınacak haldeyiz.

’ *Michael Shermer, İyi ve Kötünün Bilimselliği ‘*nde (The Science of
Good and Evil) bunu /*"*//*tartışma sonlandırıcısı"*/ olarak isimlendirir.

Eğer Tanrının yokluğunda, *‘hırsızlık, tecavüz ve cinayet suçlarını
işleyeceğinizi’* onaylıyorsanız, ahlaksız bir insan olduğunuzu ifşa
etmiş olursunuz *‘ve sizi gördüğümüzde yönümüzü değiştirmemiz konusunda
oldukça tedbirli davranırız.’*

Diğer yandan, eğer ilahi gözetim altında değilken dahi iyi bir insan
olmayı sürdüreceğinizi söylerseniz, Tanrının varlığının iyi bireyler
olmamız için zorunlu olduğu iddianızı kaçınılmazca sarsmış olursunuz.

Birçok dindar kişinin dinin kendilerini iyi birer birey olma konusunda
motive ettiğini düşündüklerini biliyorum, özellikle de kişisel
günahkârlığı sistematik biçimde sömüren inançlardan birinin mensubu iseler.

Bana öyle geliyor ki Tanrıya inancımız aniden kayıplara karıştığında,
hepimizin duygusuz ve bencil bir hedonist gibi hareket edeceğimizi ve
şefkatten uzak, merhametsiz, cimri, iyilik sıfatını hak edecek hiçbir
vasıf taşımayan kişilere dönüşeceğimizi düşünmek için oldukça düşük bir
özsaygı gerekecektir.

Dostoevsky’nin bu görüşte olduğuna geniş ölçüde inanılır.

Bunun sebebi herhalde Ivan Karamazov’a laf yapıştırmak için kaleme
aldığı şu yorumları olabilir:

Kutsal gözleminin ardından şöyle bir sonuç çıkardı; doğada insanın
insanoğlunu sevmesi için bir kural kesinlikle yoktur ve eğer sevgi
şimdiye dek tüm dünyada varolsaydı, bu doğa kanunlarının bir erdemi
sayılamaz, bütünüyle insanın kendi ölümsüzlüğüne olan inancından
kaynaklanırdı.

Ayrıca kesin sözlerle şunu ekledi; doğa kanunlarını oluşturan etmen,
ismen, insanın kendi ölümsüzlüğüne olan inancı bir kez yok olduğunda,
insan yalnızca sevgi yeteneğini yitirmekle kalmayacak aynı zamanda bu
dünyadaki yaşamını destekleyen yaşamsal etkileri de kaybedecek.

Bundan başka, artık hiçbir şey ahlak dışı olmayacak, yamyamlık dahil her
şey serbest olacak.

Ve neticede, sanki tüm bunlar yetmezmiş gibi şunu ilan etti; siz ve
benim gibi her birey (örneğin, kendi ölümsüzlüğüne ya da Tanrıya
inanmayan birisi) için, doğa kanunu aniden değişerek eski din temelli
kanunun tam zıt halini alacak ve egoizm, suç işlemeyi de kapsayarak,
yalnızca hoşgörülebilir olmakla kalmayıp aynı zamanda insan yaşantısının
en akılcı hatta en asil varoluş sebebi olarak zorunlu kılınacak.

Safça denilebilir ancak ben Ivan Karamazov’un insan doğasına bakış
açısından daha az alaycı bir bakış açısına yatkınımdır.

Bencil ve suça yönelik davranmamızın önünün kesilmesi için gerçekten
gerek Tanrı gerekse birbirimiz tarafından kontrol altında tutulmamız
gerekli midir?

Şahsen bu gibi bir gözetime ihtiyacım olmadığına samimiyetle inanmak
isterim ve sevgili okuyucular, siz de böyle düşünmüyor musunuz?

Diğer taraftan, özgüvenimizi zayıflatırcasına, Steven Pinker’in The
Blank Slate’de (Boş Film Tahtası) tarif ettiği, Montreal’deki güvenlik
güçleri grevindeki hayal kırıklığı yaratan deneyimine kulak vermeliyiz:

Romantik 1960′larda, barışçılığıyla övünen Kanada’da genç bir delikanlı
olarak, Bakunin anarşisinin sağlam bir taraftarıydım.

Ebeveynlerimin, /*"*//*eğer hükümet kolluk kuvvetlerini bir kenara
iterse her yer cehenneme dönecektir"*/ nasihatine gülüp geçmiştim.

Rekabet içindeki tahminlerimiz 17 Ekim 1969, sabah saat 8:00′de Montreal
kolluk kuvvetleri greve başladığında sınanmaya başlandı.

Öğleye doğru saat ll:20′de ilk banka soygunu gerçekleşti.

Öğlen olduğundaysa şehir merkezindeki dükkanların çoğu yağmalama
yüzünden kapandı.

Bu olaylar üzerinden daha birkaç saat geçmemişti ki, taksi şoförleri
havaalanı müşterileri için kendileriyle rekabet halindeki bir limuzin
kiralama şirketinin binasını ateşe verdiler.

Bir keskin nişancı çatılardan birine çıkarak bir polis memurunu öldürdü.

İsyancılar bazı otel ve restoranları bastı ve bir doktor banliyödeki
evine giren bir hırsızı öldürdü.

Günün sonunda, altı banka soyulmuş, neredeyse yüz dükkân yağmalanmış, on
iki yangın başlatılmış, kırk araba dolusu dükkân camı kırılmış, şehir
otoriteleri orduyu ve elbette Kanada Atlı Polislerini düzeni yeniden
sağlamak adına çağırmadan evvel mülk zararı üç milyon doları aşmıştı.

Bu belirleyici, deneysel sınav siyasi görüşlerimi sükûtu hayale uğratmıştı…

Belki de, insanların gözetim altında tutulmadıkları ya da Tanrı
tarafından yönetilmedikleri zamanda iyi olmayı sürdüreceklerine inanarak
Polyannacılık oynuyorumdur.

Madalyonun diğer yüzünde, Montreal nüfusunun büyük çoğunluğu muhtemelen
Tanrı inancı olan kişilerdi.

Yeryüzü üzerindeki kolluk kuvvetleri kısa bir süreliğine sahneden yok
olduğunda, Tanrı korkusu bu insanları bu kötülükleri yapmaktan neden
alıkoymadı?

Montreal grevi Tanrı inancının bizi iyi insanlar yaptığı varsayımını
sınamak için oldukça sağlam bir doğal deney değil miydi?

Ya da kinik (kötümser) H.L.Mencken keskin bir dille şu görüşünü
bildirdiğinde haklı mıydı?

İnsanlar dine ihtiyacımız var dediklerinde asıl imaları kolluk
kuvvetlerine ihtiyacımız olduğudur.

Elbette polis güçleri grevdeyken tüm Montreal kötülük yapma peşinde değildi.

Dindarların yağma ve yıkım olaylarına karşı dindar olmayanlara nazaran
daha az eğilimli olup olmadığına dair bir istatistiksel sonucun elimizde
olmaması üzücü.

Bu konu hakkında bilgisiz birisi olarak bir tahmin yaparsam eğer,
dindarların yıkıp yağmalamaya daha eğilimli olduklarını söylerim.

Sık sık şu iğneleyici yorumu duyarım, ateistler polise karşı direnmekten
çekinirlermiş.

Kim bilir belki de hapishanelerde çok az sayıda ateist olmasının nedeni
budur (ki birkaç küçük kanıt olsaydı, bir sonuç çıkarmak daha basit
olurdu elbette.) Ateizmin kesin bir şekilde ahlaklı olmanın seviyesini
arttırdığını iddia etmiyorum, ama hümanizm (insancılık) büyük ihtimalle
bu noktada başarılıdır (Genelde ateizmin yolunu takip eden ahlaki
sistem.) Bir diğer iyi olasılık ateizmin, yüksek eğitim, zekâ ya da
özgür düşünce gibi bir üçüncü etmenle bağ kurması ve bunun suç dürtüsünü
etkisizleştirebilmesidir.

Mevcut bu tür araştırmaya dayalı ispatlar hiç kuşku yok ki dinin ahlakla
olumlu yönde bir ilişkisi olduğu ortak görüşünü desteklemeyecektir.

Bu gibi bağıntılı kanıtlar asla inandırıcı olamazlar ancak yine de Sam
Harris1 tarafından Letter to a Christian Nation’da (Hıristiyan Bir Ulusa
Mektup) açığa vurulmuş aşağıdaki şu görüş çarpıcı etkidedir.

Amerika’daki siyasi parti bağlılığı dindarlığın kusursuz bir göstergesi
değilse de, *‘kırmızı eyaletlerin’* [Cumhuriyetçi] kırmızı olmalarındaki
birincil sebebin muhafazakâr Hıristiyanların ezici siyasi baskısının
olduğu bir sır değildir.

Eğer Hıristiyan tutuculuğu ve toplumun sağlığı arasında güçlü bir bağ
olsaydı, bunun belli başlı işaretlerini Amerika’nın
kırmızı-eyaletlerinde görebilmeliydik.

Göremeyiz/*"*//*Şiddet içeren suç"*/ oranları en düşük yirmi beş şehrin
yüzde 62’si *‘mavi’* eyaletler [Demokrat], geriye (1Sam Harris 1967
doğumlu, din ve nörobilim üzerine kitaplar yazmış Amerikalı bir
yazardır.) kalan yüzde 38′i ise *‘kırmızı’* eyaletlerdir [Cumhuriyetçi].

Yirmi beş en tehlikeli şehrin, yüzde 76’sı kırmızı eyaletlerde, yüzde
24′ü mavi eyaletlerdedir.

Aslında Amerika’daki eri tehlikeli beş şehirden üçü dindar eyalet
Teksas’tadır/*"*//*Ev soygunu"*/*oranının en yüksek olduğu on iki eyalet
kırmızıdır*/*"Hırsızlık"*/*oranlarının en yüksek olduğu yirmi dokuz
eyaletten yirmi dördü kırmızıdır*/*"Cinayet"*/ oranının en yüksek olduğu
yirmi iki eyaletten on yedisi kırmızıdır.

Sistematik bir araştırma yukarıdaki bağıntılı veriyi desteklemeye hizmet
edebilir.

Dan Dennett, Büyüyü Bozmak’ta (Breaking the Spell), yalnızca Harris’in
kitabını değil ama benzer araştırmaları alaycı bir tavırla eleştirir:

Bu sonuçların dindarlar arasındaki en yüksek ahlaki erdemin klasik
değerlerine çok sert bir saldırı olduğu aşikardır ve dinsel örgütler bu
sonuçları çürütmek için er geç dikkate değer araştırmaları başlatmaya
soyunacaklardır…

Bu noktada emin olabileceğimiz bir nokta vardır, eğer ahlaki tutum ve
dinsel bağlılık, uygulama ya da inanç arasında göze çarpan olumlu bir
bağ var ise bu, yakın bir süreçte keşfedilecektir çünkü birçok dinsel
örgüt geleneksel inançlarının ahlakla bilimsel bir ilişkisi olduğunu
onaylamaya dünden razıdır.(Bu kişiler bilim inançlarını desteklediğinde,
bilimin gerçekleri ortaya dökme gücünden oldukça etkilenirler.) Ayrıca
bu tür bir bilimsel kanıtın teşhir edilmesi ne kadar gecikirse böyle bir
kanıtın olmadığı yönündeki kuşkular da bir o kadar artacaktır.

Mantıklı birçok insan gözetimsiz ahlakın, polis grev yaptığı ya da
gözetim kamerası kapatıldığında kayıplara karışan sahte ahlaktan daha
doğru olduğunu onaylayacaktır ve ayrıca bu casus kameranın bir polis
merkezinde olmasının ya da gökyüzündeki hayali bir kamera olmasının
önemi yoktur.

Ancak belki de /*‘eğer Tanrı yoksa neden iyi olmak için kendimizi
kasalım? ’*/ sorusunu alaycı bir tavırla yorumlamak haksızlık olur.

Dindar bir düşünür daha içten bir dürüstlükle soruyu yorumlayabilir,
‘Eğer Tanrıya inanmıyorsanız, ortada herhangi kesin ahlaki normlar
olduğuna inanmıyorsunuz demektir.

Dünyadaki en kusursuz iradeyle iyi bir insan olmaya yönelebilirsiniz
ancak neyin iyi neyin kötü olduğuna nasıl karar vereceksiniz?

İyi ve kötü normlarınızı size en mükemmel şekilde belirtecek olan sadece
dindir.

Din olmasa iyi birisi olma yolunda ilerlerken tereddütler yaşar, uyduruk
çözümler öne sürerdiniz.

Bu, kural kitabı olmayan bir ahlaktır: Yerli yerine oturmamış bir ahlak.

Eğer ahlak sadece bir seçim meselesiyse, Hitler de kendine özgü ırksal
ilhamlı normlarına dayanarak ahlaklı olduğunu öne sürebilirdi.

Ve ateistlerin hepsi farklı nurlarla (inançlarla) yaşamak adına kişisel
seçimlerini bildirip, kolayca işin içinden sıyrılırlardı.

Bunun aksine, bir Hıristiyan, bir Yahudi ya da bir Müslüman Hitler’in
kesinlikle kötü olduğundan yola çıkarak kötülüğün mutlak bir anlamı
olduğunu öne sürebilir ve bu anlam tüm zaman ve mekânlarda geçerlidir.

Eğer ahlaklı olmak için Tanrıya gereksinim duyduğumuz doğru olsaydı
bile, bu elbette Tanrı’nın varlığını daha olası ya da daha çekici
kılmazdı (birçok insan aradaki farkı söyleyemez.) Ancak konumuz bu değil.

Kafamda canlandırdığım din savunucusu, Tanrıya yağcılık etmenin iyi
yönde olmak için bir dinsel dürtü olduğunu hesaba katmaya gerek duymazdı.

Bunun yerine şöyle bir öneride bulunurdu, iyi yönde olma dürtüsü her
nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, /*"*//*Tanrı olmadan neyin iyi
olduğunun belirlenmesinde bir standart bulunamaz"*/ Her birimiz doğrunun
tanımını kendimizce yapıp, bu tanımlar ışığında hareket edebilirdik.

Yalnızca dine dayalı ahlaki ilkeler saltçılık olarak tanımlanabilir
(Mesela *‘altın kuralın’* aksine, ki genelde dinlerle birleşir fakat
herhangi bir yerden kaynaklanabilir.) İyi iyidir, kötü de kötü ve
örneğin, birisinin acı çekip çekmediği gibi özel durumlar hakkında karar
vermekle uğraşmayız.

Hayali din savunucum sadece dinin neyin iyi olduğunun belirlenmesinde
bir temel sunacağını öne sürerdi.

Bazı filozoflar, mesela Kant, dinsel olmayan kaynaklardan salt ahlak
değerleri türetmeye çalışmışlardır.

Kant, bizzat dindar birisi olarak ki bu o zamanda neredeyse kaçınılmaz
bir olguydu1, Tanrıya karşı hizmetten ziyade, hizmete karşı hizmet
temelli bir ahlaki sistem yaratmayı denemiştir.

Bildik açık buyruğu *‘evrensel bir kanuna dönüşmesini istemeyeceğin
kanunları uygulamamızı’* bildirir.

Bu yalan söyleme meselesiyle birebir örtüşüyor.

İnsanların ilke gereği yalan söylediği bir dünyayı hayal edin ve burada
yalan söylemek iyi ve ahlaklı bir davranış olarak değerlendirilsin.

Böyle bir dünyada yalan söylemek bir süre sonra bir anlam taşımaz hale
gelir.

Yalan söylemek gerçekleri zan altına almayı gerektirecektir.

Eğer bir ahlak ilkesi herkesin benimsemesini istediğimiz bir kavramsa,
yalan söylemek ahlaki bir ilke olamaz çünkü bu ilke anlamsızlığıyla
kendi kendine yıkılır.

Yalan söylemek, bir yaşam kuralı olmakta doğası gereği güvenilmezdir.

Konuyu genelleştirdiğimizde, bencillik ya da diğerlerinin güzel
amaçlarına yönelik asalaklık beni etkileyebilir ve bana kişisel tatmin
sunabilir.

Ancak tüm toplumun bencil asalakçılığı bir ahlaki ilke olarak
benimsemesini arzulamam, çünkü böyle bir şey olursa asalaklık
edebileceğim kimse kalmaz.

Kantçı buyruk, doğruculuk ve diğer bazı konularda işe yarar görünüyor.

Bunu ahlakın geneline yaymanın nasıl başarılacağını anlamak pek de kolay
değildir.

Kant’a rağmen, salt ahlaki değerlerin genelde din tarafından güdüldüğü
konusunda hayali din savunucumla hemfikir olmak çekicidir.

Ölümcül derecede hasta birisinin ızdırabına kendi isteği olmadan son
vermek ilelebet yanlış mıdır?

Kendi cinsiyetinizden birisiyle sevişmek her zaman yanlış mıdır?

Bir embriyoyu öldürmek her zaman yanlış mıdır?

Bunların yanlış olduğuna inanan birçok kişi vardır ve dayanakları kesindir.

Kanıtlamaya ya da tartışmaya hiç gelmezler.

Onlarla aynı fikirde olmadığınızda her kim olursanız olun vurulmanız
gerekir: şaka yapıyorum; elbette Amerikan kürtaj kliniklerinde silahlı
saldırıya uğrayan birkaç doktoru bunun dışında tutuyorum (bir sonraki
bölüme bakın).

Gelgelelim, ne mutlu ki ahlak değerlerinin salt olmaları zorunlu değildir.

Doğru ve yanlışı belirlemek ahlak felsefecilerinin mesleki görevidir.

Robert Hinde’nin az ve öz tanımıyla, ahlak felsefecileri ‘ahlaki
kuralların, mantıkla oluşturulmalarının zorunlu olmamakla birlikte,
mantığa dayalı savunmalarının yapılabilmesinde hemfikirdirler.

Bu bilimciler kendilerini birçok farklı üslupla sınıflandırırlar ancak
çağdaş terminoloji ışığında en büyük ayrım (Kant gibi) *‘deontologlar’*
ve *‘neticeciler’* arasındadır (buna *‘utilitarian’* [faydacı] Jeremy
Bentham da dahildir 1748-1832.) Deontoloji, ahlakın kurallara itaat
etmekten ibaret olduğu inancı için kullanılan süslü bir isimdir.

Gerçekteyse yükümlülük, görev bilimidir, Yunanca *‘bağlayıcı neden’* den
gelir.

Deontoloji salt ahlakçılıkla birebir aynı değildir ancak dinle ilgili
bir kitaptaki çoğu amaç için bu fark üzerinde durmaya gerek yoktur.

Saltçılar salt doğru ve salt yanlışlar olduğuna inanırlar, doğruluğu
ispatlanmış buyruklar (yükümlülük, zorunluluklar) bu doğru ve
yanlışların sonuçlarını etkilemez.

Neticeciler daha bilgiç bir edayla bir eylemin ahlakının bu eylemin
sonuçlarıyla değerlendirilmesini geçerli sayarlar.

Neticeciliğin bir diğer uyarlaması faydacılıktır, yani Bentham ve
arkadaşı James Mili (1773-1836) ve Mill’in oğlu John Stuart Mili
(1806-73) özdeşleşmiş olan felsefe.

Faydacılık maalesef sıklıkla Bentham’ın şu belirsiz sloganıyla
özetlenir: /*‘En kalabalık nüfusun en büyük mutluluğu ahlak ve yasamanın
kurulmasıdır.’*/

Her saltçı görüş dinden türememiştir.

Bununla birlikte, saltçı ahlakı dinin dışındaki zeminlerle müdafaa etmek
epey güçtür.

Aklıma gelen tek unsur vatanseverliktir, özellikle de savaş zamanlarında.

Tanınmış İspanyol film yönetmeni Luis BunuePin de dediği gibi, Tanrı ve
Vatan yenilmesi mümkün olmayan bir ekiptir; tüm zulüm ve katliam
rekorlarını ellerinde tutarlar.’

İnsanları silah altına almak önemli ölçüde sevdiklerinin vatani görev
duygusuna bağlıdır.

Birinci Dünya Savaşı’nda genç erkeklere cesaret verenler askeri üniforma
giymeyen kadınlardı.

Ah, elbette sizi kaybetmek istemiyoruz ancak sanırız gitmeniz gerekiyor,
Kralınız ve ülkenizin size ihtiyacı var.

İnsanlar hem kendi ülkelerindeki hem de düşman ülkelerdeki vicdanlı
muhalifleri küçümsediler çünkü vatanseverliğin daima salt erdem olduğuna
inanılır.

Profesyonel askerin *‘İster haklı ister haksız, benim ülkem’* görüşünden
çok çok daha salt bir görüş bulmak zordur, çünkü bu slogan gelecekte bir
günün politikacılarının düşman belleyeceği herkesi öldürmenin sözünü
vermektir.

Neticeci usavarım siyasi kararları savaşa girme yönünde etkileyebilir
ancak bir kez savaş ilanı yapıldığında, saltçı vatanseverlik dinin
dışında asla görülmemiş bir güç ve etkiyle yeniden bayrağı devralır.

Acımasız olmamaya öznel, neticeci ahlaki görüşleriyle ikna olmuş bir
asker büyük olasılıkla kendisini askeri mahkemede bulacak ve belki de
idam edilecektir.

Bu ahlak felsefesi tartışmasının sıçrama tahtası şu kuramsal dinsel
iddiaydı ki buna göre bir Tanrı olmadan, ahlak göreceli ve isteğe bağlıdır.

Kant ve diğer bilge ahlak felsefecilerinin görüşleri ve vatansever
coşkunluğa doğuştan verilen onay hiçbir zaman salt ahlakın kaynakları
olamamıştır.

Bunun yerine kutsal kitaplar tercih edilmiş ve bu kitapların kayıtlara
bakarak doğrulaması mümkün olmayan yorumlarından türetilen ahlaki
kurallar daima muazzam bir güce sahip olmuştur.

Doğrusu, kutsal kitap otoritesinin yandaşları kutsal kitaplarının
tarihsel kaynakları konusunda üzücü seviyede az merak sergilerler (ki bu
kaynaklar son derece temelsiz ve belirsizdir.) Bir sonraki bölüm
ahlaklarını bu kutsal kitaplardan edindiklerini iddia eden insanların
bunları aslında pratiğe hiçbir zaman dökmediklerini gösterecektir.

Ve ayrıca bu insanların bile kalplerinin derinliklerinde kabul
edecekleri sağlam bir fikir sunacağım.

*Kaynak*

/Richard Dawkins / Tanrı Yanılgısı/



http://pozitifateizm.wordpress.com/2014/08/03/eger-tanri-yoksa-neden-iyi-olalim/

------------------------------------------------------------------------
a45UyF587661-160217165653 Oraj Poyraz At Neomailbox cimc...@neomailbox.net
2016/05/22  10:48 5  4  undefined undefined
gercekegitimci...@googlegroups.com


Grup eposta komutlari ve adresleri      :       
Gruba mesaj gondermek icin      :       ozgur_gun...@yahoogroups.com
Gruba uye olmak icin    :       ozgur_gundem-subscr...@yahoogroups.com
Gruptan ayrilmak icin   :       ozgur_gundem-unsubscr...@yahoogroups.com
Grup kurucusuna yazmak icin     :       ozgur_gundem-ow...@yahoogroups.com
Grup Sayfamiz   :       http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz     :
http://orajpoyraz.blogspot.com/






 

-- 
You received this message because you are subscribed to the Google Groups 
"Gugukluhayat" group.
To unsubscribe from this group and stop receiving emails from it, send an email 
to gugukluhayat+unsubscr...@googlegroups.com.
To post to this group, send email to gugukluhayat@googlegroups.com.
Visit this group at https://groups.google.com/group/gugukluhayat.
For more options, visit https://groups.google.com/d/optout.

Cevap